Hacc’ın Ruhaniyeti
İslâm'ın beş temel rüknünden biri olan hac, nebîler silsilesinin ilki Âdem -aleyhisselâm-'dan âhırzaman nebîsine kadar yanık gönül terennümleri ve çeşitli ulvî hâtırâlarla dolu hak ve îmân cevherini gönüllerde kemâle erdiren ve mahşerin bir benzerini bu âlemde yaşatarak;
"Ölmeden evvel ölünüz!" sırrının hakîkatine vesîle olan ulvî bir ibâdettir.
Hac ibâdetinin dünyevî uhrevî pek çok hikmeti vardır:
Gerçek hac, Allâh'ın sonsuz rahmetinin tecellî ettiği, afv ü mağfirete mazhar olan müslümanların derin bir îmân, vecd ve aşk heyecânı içinde kaynaştığı ihtişamlı mübârek bir ibâdettir.
Hac, Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl -aleyhimesselâm-'ın tevekkül ve teslîmiyyetinden hisse alabilmek, içimizdeki nefs denilen düşmanı ve dışımızdaki şeytanî temâyülleri taşlayabilmek, sınıf farklılığından sıyrılıp kefen iklîmine girerek Rabbe ilticâ edebilmek, kıyâmetin o dehşetli manzarasının hissiyâtıyla ürpermek, müslümanlar arasındaki uzak ve yabancı toplulukları bir araya getirmek, bir îmân kardeşliği teessüs etmektir.
Diğer mânâda hac, beden elbisesinden sıyrılıp rûhun derinliğine nüfûz ederek nefsânî kasırgalardan kurtulmağa çalışmaktır.
Haccın îfâ edildiği mübârek mekânlar ise, ulvî bir âlemin rûhâniyet iklîmleridir.
Bu mübârek topraklar, Hazret-i Âdem'den bu yana îmânlı yüreklerin rûhâniyetleriyle beslenmiş, âşıkâne gözyaşlarıyla sulanmıştır. Ârifâne hac yapanlar, o mekânlarda bunları ve birçok peygamberin ayak izlerini arar ve bulurlar. Müstesnâ bir feyiz menbaı olan bu kudsî mahaller, nebîler silsilesinin muazzez hâtırâları ile doludur.
Velhâsıl hac farîzası, ferdi, dînin kemâline istikâmetlendiren şümûllü bir ibâdettir.
Hac, insan rûhunun âhengini, iklîmini ve rengini bulduğu, aslî hüviyetini kazandığı, mânevî feyz yağmurlarıyla temizlenip arındığı ve hakîkatine erdiği rûhâniyet tezâhürleriyle dolu bir ibâdettir.
Arafât, bir afv ve ilticâ makâmıdır.
Arafât, kabirlerden kıyâmet sabâhına kalkışı ve fevc fevc mahşer meydanında toplanışı hatırlatır. Bütün kullar, Allâh'ın huzûrunda âciz, muhtaç ve mağmûm bir şekilde afv beklerler. Aynı zamanda bu afv, Hazret-i Âdem ile Havvâ vâlidemizin Arafât Vâdisi'nde buluşup ağlaşarak istiğfâr etmelerinin bir sembolüdür. Öyle ki, ihsân ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hakk, onların duâlarını kabûl etmenin yanında, bir de onların neslinden olup kıyâmete kadar her sene aynı gün ve saatta oraya gelip afv taleb edecek olanların kâffesini de afvetmek va'd ve lutfunda bulunmuştur.
Bu buluşmadan sonra Âdem -aleyhisselâm-'la Havvâ vâlidemiz, Allâh'ın emriyle bugünkü Mekke şehrinin olduğu yeri vatan edindiler. Bundan dolayı Mekke şehrinin bir adı da, yerleşim bölgelerinin anası mânâsına Ümmü'l-Kurâ'dır.
Müzdelife, Kur'ân-ı Kerîm'de işâret edilen "el-Meş?aru'l-Harâm"ın rûhâniyetiyle rahmet tezâhürlerinin dolu olduğu bir mekândır. Kalbleri, Rabbin azamet, kudret, muazzam saltanat ve ilâhî tecellîleri ile yoğurup dünyâ ve âhıreti arkaya atma yeridir.
Minâ, Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl'in şeytana karşı muzaffer oldukları bir teslîmiyyet ve tevekkül mekânıdır.
Safâ ve Merve tepeleri, bugünkü zemzem kuyusunun bulunduğu noktada susuzluktan bunalmış olan İsmâîl -aleyhisselâm-'ın vâlidesi Hazret-i Hacer'in telaş ve heyecan içerisinde su bulmak maksadıyla gidip geldiği iki mübârek tepedir ki, bize o beşerî acziyyet ile Cenâb-ı Hakk'a ilticâyı hatırlatmak için hac menâsikinde "sa'y" adıyla yerini almış bir rükündür. Safâ tepesi, kalb safâsını bulandıracak şeylerin kalbe sokulmamasını ihtâr eder.
Kâbe, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân' da "Secde et ve yaklaş!" (el-Alak, 19) buyruğu ile ikâmesini emrettiği namaz ibâdetinin istikâmet hedefidir. Aynı zamanda bütün müslümanların müştereken teveccüh ettiği nokta; yâni İslâm dünyâsının nabzının attığı yerdir. İnsandaki tecellî-i ilâhînin nazargâhı kalb; kâinâttakinin ise Kâbe'dir. Yâni Kâbe, bir mânâda insan vücûdundaki kalb mesâbesindedir. Bu sebeble hac, rikkat-i kalbiyye ile îfâ edilecek hassâs bir ibâdettir.
Orada, Allâh'a verdiği sözü yerine getiren Halîlullâh'ın makâmı vardır. Cenâb-ı Hakk, öncekileri de sonrakileri de onun ayak izine basarak yürümekle ve onun makâmının arkasında tavâf namazı kılmakla vazîfelendirmiştir.
Kâbe'deki "hacer-i esved" de, selâmlanıp öpülen ve Allâh'a bey'at ile kulluk sözünün verildiği mübârek taştır. Onu selâmlamak, aynı zamanda bütün nefsânî temâyüller ve şeytânî yönelişlerden el çekmeye söz vermektir.
Beytullâh olarak tavsîf edilen Kâbe'nin, Âdem -aleyhisselâm-'dan itibaren mukaddes bir mâbed olduğu ve gücü yetenler için onu haccetmenin farziyyeti, âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
"Şüphesiz, insanlar için (yeryüzünde) kurulan ilk mâbed Mekke'deki (Kâbe) dir. Orası ilâhî feyz ü bereketlerle cihânları aydınlatan, îmân ve hidâyet nûrları ile doludur."